15 Mayıs 2013 Çarşamba

biten şeyler; papatya

şaka maka lise dediğimiz cehennemi bitirmeyi başardım, belki başladığımda da akıl sağlığım bozuk olduğundan akıl sağlığımı da kaybetmedim. ve dönüp geçmişe baktığımda, salak şeylere üzülmek adlı duyguyla evli olduğuma inanıyorum, her gün.


28 Nisan 2013 Pazar

insan olmanın

Ağır bedellere getirisi var, yani bu burnunu karıştırıp duvara yapıştırmak gibi bi şey, iğrenç, mide bulandırıcı, ama insan olmak böyle. Tayyörünü giyip kiliseye doğru yol alan yaşlı ermeni kadınlar gibi hissediyorum kendimi, eski, modası geçmiş, çökmüş, ufacık kalmış, saçları inatla sarı, boya belki, bi' broş takmış yakasına, makyajlı, rleri vurguluyor, cümlenin ortasında. sonundaysa sanki yok, binli yaşların dördüncüsünde olmanın sorunu bu belki de, bütün hayatını yok pahasına yaşamak.

Bi' cinayet işlemek isterim, bi' dünyada, üç katlı tahta bi' evde, bi' bahçesinde incir ağacı olan, bi' taşlarla çevrili etrafı. sonra dönüp ellerimi yıkamak, kan lekelerini çıkarmak için. bi' incir ağacının altına gömmek daha sonra, taşlarla kaplı çevresi. Çok dostoyevski belki de. ve autocorrect dostoyevskiyi dostumunkiyle diye algılar daima. çok bi'li cümleler.

Aranan şeylere yakın olmasa bile, gerçekçi bi' yakınsama bile kazanılabilir ona dair. ve bazı insanlar, hep arayıp da bulamadığınız kişilerdir, var olduklarını öğrenince, mutlu olursunuz. güzel şeyler bunlar.

ve belki de, hoş bi' klip denk düşer, sesini duyamadığınız o televizyonda, durup sözlerini düşünürken, ilk kez karşınızdaki kişinin kusurlarını, bunalımlarını düşünmezsiniz, sadece, dinlersiniz onu, saatlerce, ve konuşursunuz. bu da güzel bi' şey, beraber kaybolunacak biri vardır etrafta artık, ve yazılar okutulunabilir artık.

kelimelerin hatalı olması, yanlış olması veya yalnız olması, önemsiz. anlaşılılabilirlik, iletişmenin temel yasasıdır belki de. ve cümleler, kanatlanıp uçarlarken başka bi kulağa değdiği anda, felsefenin, babanın, yorgunluğun, yokluğun, varlıklılığın, lık ekinin, durup düşünmenin, barışın, hippinin, hırsızlığın önemsizliği içerisinde kaybolmak gibi şeyler kurcalamayı bırakınca, basit bir nane limon mutluluğunda, bol şehriyeli tavuk çorbası gelir insanın burnuna.

insan çıkarımları, ince bardaklarda çay gibi. belki samimi ama, tek yudumluk. yani, kocaman bir fincan değilse, anlamsız, noktasız ve virgülsüz gibi. yarım. bitmemiş. eksik. kuzey soğuk, lanetli bi kelime, mahkum edilmiş öyle olmaya, inatçı. içim üşüdü bi' an için, klasik bi şekilde.

ve insanları görüntüyle kaldırmak ve kandırmak, yanlış. hırsızlık iyi, haruki murakami seksi. hakan günday kötü, yeni seksi. ikisinin de beynine sahip olmak istiyorum. insanları köleleştirmek bu yüzden mantıklı, desteklenebilir. kitap eleştirisi yayınlamaya karar verdim bu arada. etkileyicilik bunlar da hep. sessizlik, gevende intihar etmeli belki de, ama melodisi yüzünden daha az bi cezaya çarptırtılmalı, bazı insanlar bıyıksız yanlış, dar takım elbisesiz, doksan yaşında göbeksiz, sigarasız, reklamcısız.

ve bazı müzikler yalın, insancıl. OT dergi, gerçek.
Bu kadar da yeterli belki de.
bitiş şarkısı;

17 Nisan 2013 Çarşamba

you could be mine,

insanlardan korkmanın gerçek olduğu dönemleri geçeli çok uzun zaman olmuş olabilir, ama bu onları sevebileceğim anlamına gelmiyor sanırım.


12 Nisan 2013 Cuma

enginar

karaciğere iyi gelirmiş.

az önce rezil ettiğim makarnanın yerini doldurması ümidiyle başlıyorum aslında bu yazıya, yani daha çok guruldayan karnım için. enginar yedim evet, ama makarnayı rezil edebilmenin utancı apayrı bir şey. yeri doldurulamaz. yani, alt tarafı suyu kaynatıp yağ ve tuz ekledikten sonra toplamda on beş dakika pişirmek, ne kadar zor olabilir ki? ÇOK. tadı yerine gelsin diye nar ekşisi, sumak bile katılsa fayda varmayabilir. ve ciğerci kedisi gibi tencere başında beklemek, hayal kırıklığı.

bütün gün aklımda olan şeylerden biri de buydu belki de, dilimde olan milyonlarca şarkının en başı, yıllarca aranan insanların hissettirdikleri. Aslında inandığım şeyler var elbette. Mesela iyi yazan insanların iyi konuşabildiğine. Ama iyi konuşan insanlar iyi yazamazlar, canlı kanıtıyım herhalde bunun.
Barney vardı ben çocukken. Dinazor. Evet, doğrusu dinozor ama o benim için hep dinazor olarak kalacak.

Önem verdiğiniz birine konuşmayalım demeyin, yapmayın böyle hatalar, sonra gün boyunca şapşal bir ifadeyle dolanıp, sahilde oturan ve büyük annesinin öldüğü ayı kaydettiğini ve sırf gazeteci olduğu için bunu dinlemek zorunda bırakılan o yalnız kadını düşünür onun hakkında hikayeler yazarsınız. bir kediye yakıştırırsınız tüm düşünceleri ve şeytanın evinizde yaşadığına inanır, pezevenk diye söylenirsiniz dakikalarca. ve belki bir paranoya başlatır bu sizde.

ayrıca, çocuk hikayelerinin yaratıcılığı öldürdüğünü, kadınları da eve tıktığını düşünmüşümdür her an, her zaman. yani, kim kırk kat döşeğin altında bir bezelye tanesini hisseder, ayrıca ezilir o. yıllarca uyutan lanetler, boğazda kalan elmalar ve çürümeyen cesetler, gerçek aşkla çözülen büyüler. romantik olmama şaşırmamak gerekir, ama gömmeyi iyi beceriyorum, umarım. ne kadar incindiğimi belli edemiyorum ya da.

Ve bugün, benim hayat dolu olduğum söylenildi. Garip değil mi bu? Yani evet, nefes alma zorunluluğunun bi noktasında aldığım nefesin hakkını vereyim diyip bir kültür canavarı ortaya çıkartıyorum genellikle, ve çevrede gördüğüm ne varsa iç ediyorum. bir süre oynuyor, sıkılıyor, yenisini yapıyor ve yokediyorum. İnsan doğası dediğimiz şey de bu.
Tam olarak bu.

Ve bu şarkı da, bugünün neşesi olsun.
Keşfedilen yeni şeylere!

9 Nisan 2013 Salı

her geri dönüşte,

ilk blog hariç her birini sildiğimin ben de farkındayım elbette. sonuçta, biliyorsunuz, ben hiçbir zaman stabil biri olamadım, olamıyorum. bir de, tumblrın işgalinden sonra, blogger tekrar liste başı olmuş olabilir benim için.

uzun süre sonra bir şeye dönüp bakmak, bir zamanlar nasıl olduğunuza dair en sağlam fikirleri verir size. mesela ben hayatımın büyük dönemini depresyonda geçirdiğimin farkındayım, hep farkındaydım elbette bunun, ama bu farklı. bu kendi yazdıklarımdan elde edilmiş bir sonuç.

çocukken de, saçma sapan şeylere inanırdım ben. hoş, Hristiyan olmaya karar verdiğim bi' dönem de vardı zaten, dedemin kiracıları vardı, ermeni, çek falan, baya da öğrenmiştim çekçeyi, hayır yaş da taş çatlasın 5-6 falan, noel babalı resimler, ocak ayında kurabiyeler sütler falan, ben baya kendimi kaptırdım tabi olaya, hani her gidişim de bir yortuya denk geliyor, adamlar bana yapmadıkları oyunu bırakmıyor, bizde bi bayramlar var, onda da ev ev dolaşmaktan, millet tarafından öpülmekten midem bulanmış, başladım ben Hristiyan olucam demeye, baya da heves etmişim yani, düşünün.

sonra, sonra noldu bilmiyorum, taşındı onlar, ben de yarım yamalak çekçemle ortada kalakaldım, yerlerine gelen ermenileri de bi türlü sevememiştim, onlar noel babayı anlatmıyolardı bana. götler. sonra, o ev yıkıldı tabi, uzaktı bize, yaşlıydı dedem de. şimdi üç şarkılık yürüme yolumuz var, ama gitmiyorum artık, çocukluğumdaki egzotikliği de yok, bitti artık.

evet, benim konuşmalarım da böyle günlük hayatta, sevdiklerimle, sevmediklerimle. daldan dala, alakasız, el yordamıyla, zoraki açılan konular. ne diyecektim ben, pek hatırlamıyorum ama sonuçta, insanlar iyi kalplilerdir -eğer ne diyeceğini unuttuysan karşındakinin egosunu yücelt, muhakkak geçer gider.-

ah bir de, sıkayp çılgınlığı var, o da ayrı ömrümü çürüttü. msn insanıydım ben, çocukluğum onla geçti.
şimdi eşşek kadar olmuş çocuklar, benim sıkayp adresim de kendişopxx, cimcime, xxx_1905 mi diyecekler? ve gelecek nesiller bu durumdan mahrum mu kalacak? yani ilerde utanmak yoksa çocukluk niye var?

"insanın utanması " sanırım, insanlığın ayıbı olmasıyla alakalı bi' durum. bilemiyorum da bak.
bir de bu adam her zaman en tatlı olmuştur gözümde, oğlunu sevememe sebebimdir aynı zamanda.
babasını seviyorsam oğlunu sevemiyorum herhalde ben. ah be adam, ne güzelsin sen.

ucundan yaklaştık yine bir sona sanırım, bence bitmeli artık. bir şeyler incelerim bir daha ki sefer, belki, üşenmezsem.